Namaz sadece bir ibadet değildir. Bir arınma ve huzur bulma yoludur. Sıkıntıları aşmada sığınılacak bir limandır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) önemli bir sıkıntı ile karşılaştığında hemen namaza yönelirdi. Namazla o sıkıntıyı aşardı.
Hz. Huzeyfe böyle diyor; Hz. Peygamber (s.a.v.) bir musibet ve sıkıntıyla karşılaştığında hemen namaz kılmak için ayağa kalkardı.
Özellikle geceleri şiddetli bir rüzgâr estiğinde mescide çekilir sürekli namaz kılardı. Rüzgârın şiddeti dininceye kadar namaza devam ederdi. Ve şunu hatırlatırdı: “Daha önce helak olan bazı kavimler sert ve savuran rüzgârla helak oldular.”
Daimi bir uyanıklığa davet ederdi aslında bu tavrıyla. Kişi hiçbir şeyden emin ve güvende olmamalı. Çünkü kendinizi en güçlü ve en güvende hissettiğinizde bazen sağa-sola savrulur ve kaybedersiniz.
Kuran gelecek musibet, bela ve sıkıntılara karşı iki yol öneriyor. Şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Sabırla ve namazla Allah’tan yardım isteyin” (Bakara,153).
Sabır ve namaz! Telaşlanmamak, teenniyle, düşünerek, tasarlayarak, hesap ederek, hareket etmek ve sonra da namazla yardım kapısını zorlamak. Çünkü namazda kul, Yüce Rabbiyle konuşurken aynı zamanda Rabbe en yakın olduğu anda -secdede- derdini Rabbinin makamına arz eder.
Sahabe de olağanüstü bir sıkıntıya düştüğünde mutlaka namazla bu hali aşardı. Hz. Peygamber (sav.) felaketleri namazla aşın buyurdu.
Namaz ibadeti, kulun Allah Teâlâ’ya teşekkürüdür. Şükür insana nimetleri hatırlatır ve nimet verenin emirlerine uymaya teşvik eder. Ayrıca kişi, namaz kıldığı zamanlarda onun gerektirdiği hale bürünmeli, namaz haricindeki mutad haline muhalefet etmeli ve bu noktada sabır göstermelidir. Namazda, Rabbânî rızanın musalli üzerine tecelli etmesinden kaynaklanan ilâhî bir sır saklıdır. Hüzünleri dağıtmak ve gam ve kederi yok etmek hususunda namaz ibadetinin büyük bir ehemmiyeti vardır et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, I, 479.. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldığında hemen namaza koşardı Ebû Dâvûd, Tatavvu, 22/1319.. Bir musibetle karşılaşıldığında abdest alıp namaz kılmanın ne kadar büyük bir te’yîdi ilâhiye sebep olduğunu göstermesi bakımından Sâre validemizin başından geçen şu hâdise oldukça ibrete şayandır:
İbrahim -aleyhisselam- emr-i ilâhî üzerine zevcesi Sâre ile Mısır’a gitti. O zamanlar huduttan, yabancı ve güzel bir kadın şehre girdiği zaman hemen Firavun’a bildirilir, evli ise kocası öldürülür, eğer erkek kardeşi var ise, kadın ondan istenirdi. İbrâhîm -aleyhisselâm-, yanında Sâre vâlidemiz olduğu halde huduttan geçince, yine saraya haber gitti. Cemâl sâhibi bir kadının Mısır’a girdiği bildirildi. Sâre vâlidemiz, İbrâhîm -aleyhisselâm-’dan soruldu. O da “dîn kardeşi” mânâsına “kardeşimdir” dedi. Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-’a dokunmadılar. Sâre’yi alıp saraya götürdüler. Bu husûsla alâkalı olarak Buhârî’de geçen bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:
“Sâre saraya girince, hemen abdest alıp iki rekat namaz kılmak üzere huzûr-ı ilâhîye durdu. Namazı bitirince Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ etti:
«Ey Allah’ım ben Sana ve Sen’in peygamberine inanmış, iffetimi de zevcimden başkasına karşı titizlikle korumuş bir kulun isem şu kâfiri bana musallat etme!»” (Buhârî, Buyu’, 100)
Firavun, Sâre’nin yanına yaklaşmak istedi. Birden nefesi kesildi. Felç oldu. Çünkü Allâh Sâre’yi onun şerrinden korumaktaydı. Firavun, korkusundan O’nu serbest bıraktı. Câriyesi Hacer’i de hediye olarak O’na verdi. Buna hayret eden etrâfına, “Bu kadın bir cinnîdir. Benimle biraz daha kalsa, neredeyse helâk olacaktım. Zararından korunmak için O’na Hacer’i verdim! dedi. (Bkz. Müslim, Fedâil, 154) Görüldüğü üzere Sâre vâlidemiz, Allâh Teâlâ’ya bu âyet-i kerîmenin muktezâsınca yaptığı ilticâsının neticesinde kurtuluşa ermiştir.
Bir misal de ashâb-ı kiramdan nakledelim. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından Ebû Mi’lâk adında biri vardı. Bu zat başkaları ile ortaklık kurarak ticâret yapan dürüst ve takvâ sâhibi biri idi. Bir defasında yine yola çıkar. Karşısına çıkan silahlı bir hırsız onu öldürmek ister. Ebû Mi’lâk, neyi varsa vererek kurtulmak isterse de, hırsız, “ben sadece senin canını istiyorum” diyerek ısrar eder. Bunun üzerine Ebû Mi’lâk, “Öyleyse bana müsâade et de namaz kılayım, deyince hırsız istediği kadar namaz kılmasına müsaade eder. Ebû Mi’lâk abdest alıp namazını kıldıktan sonra:
“Ey gönüllerin sevgilisi! Ey yüce arşın sâhibi! Ey her istediğini yapan Allâhım! Ulaşılmayan izzetin, kavuşulmayan saltanatın ve arşını kaplayan nûrun hürmetine beni şu (hırsızın) şerrinden korumanı istiyorum! Ey imdâda koşan Allâhım, yetiş imdâdıma!” diye Yüce Allah’a niyaz eder ve bu duâyı üç defâ tekrârlar. Duâsını bitirir bitirmez, elindeki kargıyı kulakları hizâsında tutan bir süvârî peydâh olup hırsızı öldürür. Allâh’ın lütfuyla kurtulan sahâbî, onun kim olduğunu öğrenmek isteyince süvâri:
– Ben dördüncü kat semâ ehlindenim. İlk duânı yapınca semâ kapılarının çatırdadığını işittim. İkinci defa duâ edince, gök ehlinin gürültüsünü işittim. Üçüncü defa duâ edince, “Zorda kalan biri duâ ediyor!” denildi. Bunu duyunca Allâh’tan, hırsızı öldürmeye beni memûr etmesini istedim. Allâh Teâlâ da kabul etti ve geldim. Şunu bil ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duâyı yapan kimsenin, zorda olsun veya olmasın duâsı kabul edilir, der İbn-i Hacer, el-İsâbe, Beyrut, 1328, IV, 182..
Son Yorumlar